Her insanın içinde konuşmayan bir parça vardır. Ne kelimelere dökülür ne de dile gelir. Kimi zaman rüyada görünür, kimi zaman bir şarkının içinde göz kırpar. Carl Gustav Jung, bu parçaya “gölge” der. Gölge, bastırılan, reddedilen, kabul edilmeyen benliktir. Fakat ironiktir: En özgün sanat tam da buradan, bu karanlık ve sessiz yerden doğar.
Sanat tarihine dönüp baktığımızda, insanın kendini sadece anlatmak için değil, aynı zamanda çözmek için de yarattığını görürüz. Bir heykeltıraşın ellerinde şekillenen beden, sadece dışsal değil, içsel bir gerçekliği de yansıtır. Ressamın fırçası, zihnin gölgelerini boyar. Şairin dili, bastırılmış haykırışların yankısıdır.
Felsefe hep “Ben kimim?” sorusunun peşindeydi. Sanat ise bu sorunun hissedilen yanıtı oldu. Felsefe düşünürken, sanat görür, işitir, hisseder. Beden ise bu iki alanın tam ortasında duran bir sahnedir. Çünkü beden sadece maddi bir varlık değil; yaşanmışlıuğın, arzunun, kaygının, yasın, sevincin taşıyıcısıdır.
Sanat, gölgeyle tanışmanın yollarından biridir. Ve bu tanışma kolay değildir. Çünkü gölge yüzleşme ister. İnsanın kendi karanlığıyla oturup çay içmesini bekler. Ama işte tam da o an, o içsel kabullenme anı, yaratının doğduğu yerdir.
Bugün izlediğimiz pek çok büyük eser, bir “çatlağın” içinden doğmuştur. Ruhsal bir boşluk, kişisel bir kriz ya da toplumsal bir kırılma… Ne olursa olsun, o gölgeyle temas olmadan derinlikli bir sanat ortaya çıkmaz. Bu yüzden sanat, yalnızca güzellik değil, aynı zamanda “gerçeklik” arayışıdır. Ve bazen en büyük gerçek, sakladıklarımızdadır.
İşte bu yüzden sanat, sadece vitrinlere değil, iç dünyamızda da yankılanan bir şeydir. Belki de içimizde hala konuşamayan, anlatılamamış bir çocuk vardır. Belki de sanat dediğimiz şey, o çocuğun oyunudur.
Peki ya sen… Senin gölgenle tanışmaya cesaretin var mı?
